top of page

Yıldızlarla Tanışmak: Planetaryum

“İlk defa yıldızları gören Arşimet değildi ancak ilk defa yıldızları tam anlamıyla düşünen kişi Arşimet idi.” diyen babamın sözleriyle büyümüştüm Almanya’nın Jane kentinde. 1890’ların dünyasında uygarlıklar, modernliğe doğru adım adım ilerlerken artık yıldızlara bakan adamların asıldığı, onların deli olarak yaftalandığı günleri geride bırakan babamın bu sözü, daima kulaklarımda çınlayıp durmuştu. Çoğunlukla üstünde durup düşünmediğimiz, aslında gizemli varlıklarıyla merakımızı kabartması gerekirken günlük hayatın hengamesinde, merak duygusunu kaybetmiş biz insanların hüzün dolu çehrelerini fark ettiğimde, onlara yıldızların heyecanlandıran doğasını gözlerinin önüne sermek için çok daha fazla istek duymuştum.



Kentimdeki Zeiss şirketine girmemin nedeni de buydu. Babam da aynı sebepten, yıldızların ve gezegenlerin muhteşem doğasını, halka da sunmak için çalışmıştı. Hatta 1800’lerin başında İngiltereli dostu Adam Walker, altı metre boyunda, sekiz metre çapındaki devasa makinesini halk gösterilerinde sunduğunda, oraya sırf yıldızları görebilmek için İngiltere’ye gittiğini itiraf ederdi her zaman. Ancak zaman geçtikçe babam makinenin yeterli olmadığını ve daha fazlasına ihtiyaçlarının olduğunu düşünmeye başlamıştı. Makinedeki kalitesi düşük mercekler, insanların yüreklerini yeterince hoplatamıyordu. Halk, çoğunlukla ilk heyecanları geçtikten sonra bulanık görüntülerden sıkılmaya başlıyordu. Nitekim de Adam Walker’ın ölümüyle gösteriler azalmış, ardı ardına gelen savaş haberleriyle beraber tamamen kapatılmıştı. Antik çağlardan beri çeşitli resimlerle, sözlerle yıldızlara ilgisini, merakını ifade eden insanlar, savaşların yorgunluğuyla gökyüzüne bakmamaya, ölümün karamsarlığıyla toprağı izlemeye başlamıştı. Tam da bu yüzden Zeiss firmasındaki planetaryum projesinde çalışırken felsefi düşüncelerimi bir yana bırakamıyordum.


Planetaryum, bilimsel çalışmadan ibaret değildi gözümde. Gece gökyüzüne bakarak ilham alan sanatçıların varlığı, bana yıldızları gözlemlemesi gereken kişilerin sadece bilim adamları değil bizzat halkın kendisi olduğunu düşündürtmüştü. Bugün yıldızların imgesiyle yazılan aşk şiirlerin çokluğunu düşündüğümde fikirlerimde haklı olduğuma bir kez daha ikna oluyordum. Bulanık merceklerin arkasından değil, modern bilim ilkeleriyle hazırlanmış bir planetaryum ile hedefime ulaşacağımı biliyordum. İşte bu bilinçle takvimler 1923 yılını gösterdiğinde, yıllarca bir işçi olarak emek verdiğim Zeiss firmasının ilk modern planetaryumun açılışı için hazırlanmış, taksiye binmiştim. Sevinç içerisindeyim. Çoğunluğu halk arasından insanlar da açılışta bulunacak ve yıldızların doğasına hiç olmadığı kadar berrak gözlerle bakma fırsatı bulacaklardı.



Yıldızları ilk defa düşünen Arşimet’ten bu yana insanlığın ilerlediği yolu her düşlediğimde hayretimi gizleyemiyor, yapımında bizzat bulunmama rağmen planetaryumun varlığına inanamıyordum. Yıldızları keşfetmek için kullandığımız basamak taşlarını düşlediğimde aklıma gelen ilk şey, henüz 23 yıl önce yani 1900 yılında bulunan Antikythera Mekanizması olmuştu. Taştan yapılmış gizemli aletin varlığıyla, antik çağlarda dahi Arşimet’in açtığı yoldan ilerleyen insanların var olduğuna ve yıldızları keşfetmek için taştan tablete yontmuş oldukları çalışmalara şahit olmak öyle hayranlık vericiydi ki. Öte yandan ilerleyen çağlarda Engizisyon Mahkemelerinin kurulumuyla başlanan çeşitli insan avlarından, kendisini yıldızları keşfetmeye adayan pek çok isim de nasibini almış olması, heyecanımı söndürmüş derin bir hüzne sürüklemişti beni.


İstemsizce bu kötü anıları kafamda uzaklaştırmaya çalışırken 1781 yılında tamamlanmış, Hollanda’ya gittiğim bir seyahat sırasında gözlemleme şansına sahip olduğum Eise Eisinga tarafından yapılan ilk güneş sistemi modelini gördüğümdeki içimi kuşatan hayranlığımı anımsamıştım. Çeşitli engeller olsa da insanlığın yıldızlara olan merakının sönmediğini hatta bugün dahi yepyeni teknolojilerle tekrar tekrar keşfetmeye çalıştıklarını görmek mutluluk vericiydi. Nitekim taksi sürücüsü geldiğimizi bildirdiğinde bu düşüncelerimin ışığında heyecanımı geri kazanmış, tamamlanmış haldeki Zeiss Mark I Planetaryumun bulunduğu binaya doğru ilerlemiştim.



Sadece bilim adamlarının ve işçilerinin olduğu çatı katı salonuna girdiğimde planetaryumu yapan şirket olan Carl Zeiss AG’nin üst düzey yöneticileriyle karşılaşmıştım. Bunun dışında von Miller Heildelberg Üniversitesi’nden akademisyenlerle beraber Landessternwarte Heidelberg Königstuhl Gözlemevi’nin yöneticisi ünlü Alman astronom Max Wolf da üzerinde birlikte çalıştıkları planetaryumun açılışı için heyecanla yerlerini almışlardı. Ardından ben de koltuğuma geçtiğimde on altı metrelik, betondan yapılma yarımküreye bakakalmış, gösterinin başlamasıyla yansıtılan yıldız ve gezegenlerin görüntüsüyle şaşkınlıktan olduğum yerde sallanmıştım. Adam Walker’ın sergilemekte olduğu makinesinde, ekranın en uzak köşelerinin dahi görülebildiği devasa uzayı görüntüsü bile Zeiss Mark I modelinin yanında sönük kalıyordu.


Büyüklük açısından epey fark olmasının yanında Adam Walker’ın ve benzeri cihazların (mesela RE Lloyd’un Dioastrodoxon Planetaryum’u gibi) maalesef ki seyirciyi büyülemek için astronomik değerlerin dışına çıkmak durumunda kaldığı olmuştu. Ancak modern bilim ve teknoloji ilkeleriyle dizayn edilmiş Zeiss Mark I adı verilen yeni planetaryum, görüntüyü betondan yapılmış kubbeye aktararak uzaydaki bir bölümüne ait olan gezegen ve yıldızlarının tüm gerekli hareketlerini yansıtıp oluşturabilen, astronomik değerlere bağlı kalmaya çalışan bir sistemde çalışıyordu. Bu sistem pek çok kere gökyüzünü incelemiş bilim adamlarının dahi büyülendiği bir şölene dönüşmeyi başarabiliyordu. Benzer bir deneyimi 1895’in başlarında yapımına başlanan Oskar von Miller ile yine Zeiss firmasının başındaki isimlerinden birisi olan Franz Meyer’in yaptığı planetaryumda hissetmiştim. Ancak patlak veren dünya savaşından sonra gösterimleri kapatılan bu gezegenevinden sonra Zeiss Mark I’in yapımına başlanmış ve çok daha büyük bir işe imza atılmıştı.


Günlerden 21 Ekim 1923’te dünyanın ilk modern planetaryumu halkın kullanımına açılmıştı. İnsanların gösterilere olan ilgisi, yıldızlar ve gezegenlerle dolu uzayın doğasına karşı duydukları merakla güzelleşen ruh hallerini izlemek, öyle güzel anları doğurmuştu ki. O gün, planetaryumun, bilimin temel bilgilerini sunmanın ötesinde ziyaretçileri heyecanlandıran ve öğrenme arzusunu motive eden çok özel bir niteliğe sahip olduğuna tekrar inanmıştım.



Ne yazık ki bu güzel günler daha fazla devam etmemiş, İkinci Dünya Savaşı’nın başladıktan hemen sonra Zeiss firması ikiye ayrılmıştı. Bu ayrılık sonucu ortaya çıkan iki firmanın üzerinde çalıştığı planetaryum projeleri de çeşitli imkansızlıklardan dolayı istenilen sonuçlara ulaşamamıştı. İnsanlık, tekrardan savaşların gölgesinde kalmış, kurşunların önünde yiten hayatların acısıyla kavrulan yürekler, gözlerini tekrar gökyüzüne çevirecek güce sahip olamamıştı. Yine de her karanlıktan sonra aydınlığa kavuşmaya kararlı olan insanlar, savaşların bitmesiyle tekrar kendine gelmeye ve bakışlarını daha öteye dikmeye devam etmişti.


Bu konudaki gelişmeler, Almanya’nın içinde bulunduğu siyasi koşullardan dolayı ikiye bölünmüş Zeiss şirketlerinden gelmemişti. Amerika’nın New York kentinden, Hayden Gezegenevi’nin baş eğitmeni Philip Stern, programlanabilir bir planetaryum yapma fikriyle, savaş sonrası dünyasının ilk planetaryum projesine girişmişti. Ancak Philip Stern, elektrik motorlarıyla gezegenleri taşıyan, 180 elektrik ampulüyle yıldızları temsil eden ve devasa betondan görüntüleri duvarlara yansıtan Zeiss Mark I gibi büyük planetaryumlardan ilham almak yerine 1967’de yaptığı Apollo modeliyle, plastik eğitim panosuyla önceden kaydedilmiş ders ve filmleri yansıtılmasıyla oluşturulmuş küçük bir planetaryum yapmayı tercih etmişti. Her ne kadar proje maddi imkansızlıklardan dolayı, Long Island’daki Viewlex firmasına aktarılmış olsa da 1970’lerin sonlarında başarıya ulaşarak, farklı eğitim seviyelerinde otuzdan fazla içeriler hazırlayarak kısa zamanda yüz tane satmayı başarabilmişti. Ancak proje başarıya ulaşmış olsa da bir takım bilinmeyen nedenlerden dolayı Viewlex firması iflas etmişti.


1960’lara kadar suskun kalan planetaryum sektörünün böylesine bir çıkış yakaladıktan sonra Viewlex’in aniden iflas etmesiyle derin bir üzüntüye kapılmıştım. Halen bölünmüş durumda olan Zeiss şirketleri zor günler geçirirken planetaryumların gelişiminin duracağını ve uzun süre bilimsel gelişmelerden yoksun olacağımızı düşünüyordum. Fakat unuttuğum bir şey vardı ki, Sovyetlerle uzay yarışına girmiş Amerika’nın genç nesillerini uzay bilimiyle eğitmek konusunda geri kalmaya hiç de niyeti yoktu. Nitekim Viewlex firmasının iflas etmesinden sonra başka firmalar da planetaryum inşasına girişmişti. Ardından ilk haberler Massachusetts’teki Learning Technologies firmasından gelmiş, 1977 yılında ilk kolay taşınabilir planetaryumunu sunmuştu. Öte yandan en büyük gelişmeler bununla sınırlı kalmamış ilk defa 1983 yılında o günün yepyeni teknolojisi olan bilgisayarlarla desteklenmiş uzay görüntülerini sunan yeni planetaryumu, Evans & Sutherland firması tarafından Salt Lake şehrindeki Hansen Gezegenevi’nin içerisine yerleştirilmişti. Sonrasında 1989-1990 yıllarında bölünmüş Zeiss firmaları, Almanya’nın birleşmesiyle yeniden tek çatı altında buluşmuş ve iş alanlarını planetaryumla sınırlandırmayarak daha farklı sahalara da yönelmişlerdi. Yine de farklı projelere desteklerini sunmakta geri kalmamışlardı. Ve insanlığın 20. yüzyıldaki planetaryumla tanışma serüveni bu şekilde sonlanmıştı.



160 görüntüleme
bottom of page